Gerçek Tatlar

Gerçek Tatlar

Ahmet heyecanla yatağından kalktı ve koşar adımlarla annesinin yanına geldi. "Anne, anne yola ne zaman çıkacağız?" diye sordu. Annesi çoktan eşyaları hazırlamıştı bile. "Başlasın köye yolculuk Ahmet!" dedi.  Ahmet'in sevinci annesine çocukluğunu hatırlatmıştı. “Ne de güzel olur köy şimdi. Her yer çiçek, kuş sesleri, güzel kokular, mis gibi." diye düşünüyordu. Ahmet'in babası, "Kahvaltıya yetişiriz, haydi bakalım." diyerek böldü onun düşüncelerini.

Ailecek koyuldular yola. Daha yolun başındayken arka koltuktan, "Ninem çoktan ocak başına geçmiştir, ateşi bile yakmıştır dimi baba?" diye seslendi Ahmet. Babası hafifçe başını sallayarak onayladı oğlunu.

İşlerinin yoğunluğundan pek az gidebiliyorlardı köye. Fırsat bulup gittiklerinde de en doğal besinlerle dönüyorlardı. Et, süt, peynir, yumurta, sebze ne varsa alırlardı yanlarına. 

Yolculuk keyifli geçiyordu, nerdeyse varmak üzereydiler. Köy yoluna girmişlerdi; ağaçlarda rengarenk çiçekler, cıvıl cıvıl öten kuşlar vardı. Gökyüzü masmaviydi ve havayı mis gibi taptaze kokular sarmıştı. Arabanın camlarını açmış, bu kokuyu içlerine çekip, özlem gideriyorlardı. Uzun süren bir sessizlikten sonra, baharla birlikte yeryüzü yeniden hayat bulmuştu. 

Nihayet köye geldiler. Ahmet hızla arabadan inip merdivenleri çıktı. Dedesine ve ninesine sıkıca sarıldı. Ocak yanmış sofra çoktan kurulmuştu bile. Keyifle hep birlikte kahvaltı ettiler. Yedikleri her şey çok lezzetliydi. Ne de olsa yumurtasından balına, peynirinden cevizine her şey doğal ve gerçekti. İlkbahar aynı zamanda dikim mevsimiydi. Ahmet'in dedesi: "Haydi daha fazla oyalanmayalım, günü akşam etmeyelim. Ahmet kürekleri, çapaları topla gel oğlum." dedi.

Dedesinin bahçesi Ahmet'e göre dünyadaki en güzel yerdi. Toparladıkları taşları üst üste dizerek bahçeyi duvarla çevirmişlerdi. Bir kenarda birkaç keçi ve koyun, bir kenarda arı kovanları, diğer bir yanda da sarıkızla yavrusu vardı. Kiraz, ayva, elma, kayısı, karadut...her tür ağaçla kaplıydı bahçe. Çilekler de yeni yeni dökmüştü. Yeşillikler de vardı bahçenin bir yanında; Nane, maydanoz, roka… Ufak bir esinti oldu mu yayılırdı kokuları mis gibi. 

Dedesi ile babası tohumların yerini hazırlıyordu. Ninesi de önünde tohum keseleriyle dut ağacının altına oturmuştu. "Gel oğlum okuyuver şu tohumları, gözüm yakını pek görmez." dedi. Koşup gelen Ahmet, "Nine, nine! Tavukların yanındaydım, şarkı söylüyor senin tavukların." dedi heyecanla. "Yumurtanın şarkısı o kuzum. Bize haberini veriyorlar." diye açıkladı ninesi.

Ahmet okumaya başladı tohumları. "Bak nine bu biber tohumu, bu da pembe domates.". Ninesiyle birlikte tohumlarla uğraşmayı pek severdi. Ninesi, “Ahmet, bu tohumlar çok kıymetli. Artık kimse çıkarmıyor bunları. Herkes gidip şehirden alıyor. Ata tohumu bunlar, adı üstünde atalarımızdan kalma." dedi.

Sonra mercimek tanesi kadar olan bir domates tohumunu eline aldı. "Yavrucuğum şu küçücük tohumu görüyor musun? Düşünsene, bu tohumu toprağa ekiyoruz. Sonra koskoca dalları, budakları, kokusu, vitaminiyle, bir sürü domates oluyor. Bunların bize de çok faydası var. Ah çocuğum kıymetini bilmeli insan bunların." dedi.

Aylin Hanım da elinde çay tepsisiyle yanlarına yanaşıp dinledi sohbetlerini. "Ninen ne güzel dedi, ah anneciğim. Her tohumun kendi içinde bir potansiyeli var, savunması var ve bizim vücudumuzun o tohumun içindeki bütün her şeye ihtiyacı var.". Ahmet şaşırdı, "Nasıl yani anne, bütün her şey bu küçücük tohumun içinde mi?". Annesi, "Evet Ahmet. Daha ne çok şey...ama artık çok kalmadı böyle tohumlar. Sözde verimi artırmak için tohumların yapısını bozuyorlar. Bunun için toprakta olan vitaminler ve mineraller yetmiyor. Bu yüzden toprağa sürekli kimyasal gübre veriyorlar. Sonuçta topraktaki birçok canlıya zarar veriyorlar. Tohumun yapısıyla oynayınca o da kendini parazitlere karşı koruyamıyor. Nasıl ki insanın bağışıklık sistemi zayıfladığında daha kolay hastalanıyoruz, aynı onun gibi."

Şöyle bir düşündü ve devam etti: "Sadece tohumda da değil, bütün besinler için de aynı şey geçerli. Doğallığı bozulan besinleri tükettikçe sağlığımızı kaybediyoruz. Tat sistemimiz de bozuluyor. Oysa gerçek besinler bize güç verir ve fayda verir, bizi mutlu eder." 

"Dedem o yüzden mi bu kadar güçlü?" diye sordu Ahmet. "Tabi ki oğlum, deden çocukluğundan beri doğal olan gerçek gıda ile beslenir." diye cevapladı annesi. Ninesi de sakin sakin dinliyordu sohbetlerini.

Aylin öğrenmeye meraklıydı, son zamanlarda yeni bir seminere katılmıştı. İnsanın yediklerinin düşünce ve davranışlarını da etkilediğini öğrenmişti. Mutfak alışkanlığını yavaş yavaş değiştirmeye başlamıştı. İlk adımı da rafineri tuzdan kaya tuzuna geçmekle atmıştı. Her ne kadar gerçek gıdaya ulaşmak zor olsa da bunun için elinden geleni yapıyordu. Çünkü biliyordu ki artık ne kadar gerçeğe yakın beslenirlerse o kadar kendilerini iyi hissediyorlardı. Artık zihinleri de daha berraktı. 

Ahmet'in hayali artık belliydi. Dedesi ve ninesi gibi o da doğal bir yaşamı, güzel bir bahçe istiyordu. O gün, gerçek tohumları koruyacağına dair söz verdi kendine.

Bütün mesele bugün karaya bir damla ak düşürmek...
Ortalığı beyaza bürümek değil...

Y.H.

Yorumlar

  1. En doğalı, işlenmemiş olanı, en kıymetlisi.:)

    YanıtlaSil
  2. Köyüm köyüm güzel köyüm 🤩 miss gibi köy havası aldım...Emeğinize sağlık🌸

    YanıtlaSil
  3. Köye gidesim geldi…

    YanıtlaSil
  4. Ne yazık ki güzel olan ve bize fayda veren şeyleri kaybettik, unuttuk. Yeniden kendimize ve bizden sonrakilere hatırlatmakla yeniden güzele ve faydaya yaklaşmaya ne dersiniz?

    YanıtlaSil

Yorum Gönder