Deneyimsel Tasarım Öğretisi; iletişim marifetinin ve çözüm becerilerinin gelişmesi için kişilere stratejiler verir.
Üniversitenin
ilk yılıydı. Kampüsün içerisine, adeta far görmüş tavşan misali bakıyorlardı
Bade ve Buse. İsimleri bir o kadar benzer ama huyları, yaşanmışlıkları bir o
kadar farklıydı. Tek ortak noktaları şuan hayatlarında yeni bir dönemin
başlamasıydı. Yeni bir şehir, yeni arkadaşlıklar, yeni bir ortam... İkisini de
bekleyen farklı süreçler vardı. Çünkü ikisinin de bu zamana kadar edindikleri
birbirinden çok ama çok farklıydı...
Gel
zaman git zaman ikisi de alıştılar tabii üniversite hayatına. İnsanoğlu bu; her
şeye, herkese, her yere alışır. Ama bu zaman; ikisi içinde biraz çetrefilli
geçti. Biri her durumda ailesini arayıp şikayet ederken, diğeri var olan
problemi çözmenin yollarını aradı tek başına...
Buse devlet yurdunda kalıyordu. Ah o yurtlar yok mu? Dili olsa da konuşsa ancak o bile konuşamayacak boyuttadır. Kısmet ondan yana olacak ya; ülkedeki en eski yurtta ona çıkmıştı. Hiç yerleşemeyenlerde vardı. O sebeple yurt çıktığını öğrenince çok sevinmişti. İyi olsun kötü olsun diye bir kriteri yoktu. Altı kişilik odalarda kalıyorlardı. Öğrendi ki; eskiden yirmi dört kişi kalanlar bile varmış. Bunu duyunca şükretti tabi hiç sesi bile çıkmadı. "Tam da bir üniversite hayatı bu olmalı, anılarım olucak belki...” demişti. Ama tek haz etmediği bir nokta vardı odalarında tuvaletleri yoktu, katta ortaktı.
İlk başta zorlandı ancak alıştı zamanla. Yemekhane problemi de vardı. O yemekhane sırasını gören belediye kuyruğu sanırdı. Ramazan ayında sıradayken ezan okunduğu zamanlar oluyordu. Çamaşır yıkamak... Ondan bahsetmeden geçersek olmaz. Her sabah adeta şafak operasyonu yaparcasına, çamaşır sırasına isim yazmak için kalkılıyordu. Birde bakıyordu ki koca yurtta 2 makine var diğerleri arızalı. Ona sıra gelecek mi yoksa uykulu uykulu sırada boşuna mı bekliyor orası meçhuldü. Yıkamakla da kalmaz bu çamaşırlar elbette hayrını görebilmek için kurutmak da lazımdı. Bu kurutma makineleri hep mi arızalı olurdu. Güya haftanın bir günü sözde makinelerin bakım günüydü. Yine de her hafta makineler arızalıydı... Çamaşır ipleri vardı elbette. Ama oraya asan hakikaten cesurdu. Korkusuna rağmen hamle yapabilmiştir yani. Ona bir cesaret nişanesi verilmelidir. Çünkü oraya asılan çamaşırın geri dönüşü yoktur, yani birileri tarafından yürütülmüştür. Giden gitmiştir gerisi bitmiştir adeta.
“Ee bu yurdun hiç mi iyi yanı yok canım?”
diyebilirsiniz. Güzel tarafları da var tabi. İnsanın olduğu yerde muhabbet
olur, sohbet olur, keyif olur. O yurttaki gece sohbetleri ayrı güzeldir. Yurtların
en güzel yanı sürekli sıcak olmasıdır. Hayatınızda en üşümediğiniz dönem yurt
hayatınızdaki döneminiz olabilir.
Bade’nin ise özel bir yurt hayatı vardı. Bu arada öyle de bir denk geliş ki
bu iki birbirinden farklı yurt karşılıklıydı. Yani bu kadar da kıyas olsun diye de
bırakılmaz ki canım! Bu yurdun dudak uçuklatan fiyatından bahsetmeye gerek yok. Yatakların olduğu odalar, giyinme bölümleri, çalışma
odaları, banyosu, tuvaleti hepsi birbirinden ayrı yerlerde. Balkonları dahi var
o derece konforlulardı. Hatta mutfakları bile var ama o kadar konfor içerisinde o
mutfağı kullananı biz pek göremezsiniz. Genelde kuryelerin biri gelir biri giderdi bu yurtlara. Çamaşır makinelerinin bolluğunu, kurutucuların fazlalığını
anlatmamıza gerek yok. Her şey fazlasıyla mevcut yurtta, ancak kullanabilene tabii...
Buse’nin
hem bursu var hem de ek olarak iki işte çalışıyor. Aynı zamanda da sınıf
birincisi. Her hafta da memleketine gidip geliyor gittiğinde hem ailesini
görüyor hem de çalışıyor. “Nasıl gidiyor?” diye soranlara verdiği cevap hep
“İyi” den başka bir şey olmuyordu. Kolay kolay şikayet ettiğini görebilen
olmamıştır bu zamana kadar. Yoruluyor tabi ki; yetişemediği zamanlar da oluyor.
Ama “Hayat bu; koşturmadan, çalışmadan, emek harcamadan olur mu hiç?” diyordu.
Bade
ise ayda bir gidiyordu eve; kendisi ve bir dolu kirli çamaşırı ile. Hatta
annesi her güne bir çorap almıştı ona. Otuz günün sonunda da
zaten eve gelmiş oluyordu. Annesi, gittiği güne kadar çamaşır
yıkıyordu da anca bitiyordu. Ona sorduklarında ise şikayetleri hiç bitmiyordu.
Bozuk diye söylendiği çamaşır makinesi, bozuk değildi. Meğer çamaşırlarını doksan derecede yıkıyormuş. Annesi, onun elini sıcak sudan soğuk suya sokmuyordu tabi
nerden bilsin? “Ben yemedim kızım yesin. Ben içmedim kızım içsin. Ben gezmedim
kızım gezsin.” diyordu.
Her anne çocuğunu düşünür tabi... Bir kadın kolay anne olmuyor. Kendisine ters ne varsa hamileliğinde yaşıyor hepsini. Uykusuz kalıyor, taşıyor, kilo alıyor, kendine vakit ayıramıyor. Daha niceleri... Ama bir o kadar da düşkün oluyor çocuğuna. Çünkü emeği var onda. Hiçbir zorlukla karşılaşmasın, üzülmesin istiyor. Her anne için çocuğu kaç yaşına gelirse gelsin kuzu olarak kalıyor onun için. Ama her kuzu bir gün kırpılır elbet, hayat bu.
İkisi de annesinin kuzusuydu da işte her kuzu farklıydı... Bazıları vardır kendi kendine çalışır, didinir; “Gıkı bile çıkmıyor ya, o kadar da koşturuyor.” deriz. Şikayet ettiğini gören, duyan olmaz. Çalışkandır; bir o kadar da herkese yardım eder. Kendi işinden çok başkasına koşturduğunu görürsünüz. Bazıları da vardır ki; şikayet dilinden düşmez. İnsanlar ona yardım etmelerine rağmen ona yapılanları bir o kadar görmez. Hep birileri bir şey yapsın, en kolay yönden bir iş nasıl halledilir bunlarla ilgilenir. Onun bu rahatlığının bir tuzak olduğunu fark edemez tabi.
İşte iki farklı genç kız, iki farklı insan, iki farklı anne kuzusu. Sen hangisisin ya da senin çocuğun hangisi? :)
İnsana güzel başlayan öykü hep öyle devam edecek gibisine geliyor
YanıtlaSilAma önce kolaylığına alışınca zorluğu daha da zor gelmeye başlıyor
İllaki zorluğunu yaşayacaksak önce mi yoksa sonra mı?